Giriş[1]
Büyük İskender’in ölümüyle kurduğu İmparatorluk parçalanmış ve bu İmparatorluğun kalıntılarından Kuzey Anadolu’da birkaç krallık ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri de, MÖ 281 tarihinde kral ünvanını alan kurucusu I. Mithridates’in (Mitridat Krallığı) adıyla da anılan Pontus Krallığı’dır. Hanedanın son hükümdarı VI. Mithradates Eupator’un iddialı fetih politikası hem kendisinin, hem de krallığının sonu olmuştur.[2] Mithradates’in bozguna uğrayıp ölmesi sonrasında Kuzey Anadolu’da Roma İmparatorluğu’nun yeni sınırlarını düzenleme görevi muzaffer Roma komutanı Pompeius’a verilmiş, bazı uç sınırlarda bulunan bölgeler ise yerel prensliklere teslim edilmiştir. Pontus krallığının çekirdek alanı ve kıyı bölgesinde bulunan liman şehirleri eski krallık Bithynia ile birleştirilerek Pontus ve Bithynia eyaleti oluşturulmuştur. İç Pontus bölgesine hakim olan kraliyet kaleleri yerle bir edilmiş ve yeniden iskan edilmemeleri için bu kalelere su sağlayan kaynaklar taşlarla doldurulmuştur. Daha önce bu kalelerin üstlenmiş olduğu kontrol görevi de komutan Pompeïus tarafından oluşturulmuş ve doğuda Eupatoria-Magnopolis’den batıda Pompeiopolis’e bir zincir oluşturarak uzanan ve her biri geniş bir kırsal alanın idaresinden sorumlu yeni şehirlere devredilmiştir.[3]
Bu yeni şehirlerden bir tanesi de bugünkü Vezirköprü, o günkü adıyla Neapolis’tir. Kuruluşunu Strabon (ölümü yak. MS 20) Coğrafya adlı kitabında, “Pompeius, Phazemon köyü yakınlarındaki köy yerleşimini şehir statüsüne yükseltmiş ve adına Neapolis demiştir” şeklinde anlatır.[4] Şehir toprakları Phazemonitis veya Neapolitis olarak bilinmiştir. Yaklaşık 25 yıl sonra Phazemonitis Roma Eyaletinden ayrılarak bağımsız bir prenslik haline gelmiştir. Son yöneticisi II. Deiotaros Philadelphos’un MÖ 6/5 deki ölümünden sonra Neapolis tekrar Roma İmparatorluğu’na katılmıştır. Daha sonra ismi İmparator Claudius (41-54) şerefine Neoklaudiopolis olarak değişmiştir. MS 2. yüzyılda İskenderiye’li Klaudyos Batlamyus Coğrafya kitabında buradan hem Neoklaudiopolis hem de ‘Andrapa’ olarak söz eder.[5] Dolayısıyla, Andrapa Pompeïus tarafından şehir statüsüne yükseltilmiş olan yerleşimin orijinal adı olmalıdır. Zaman içerisinde bu ad tamamen Neoklaudiopolis’in yerine geçmiş ve Andrapa hem şehir adı olarak, hem de piskoposluk merkezi adı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Daha sonraları Türkçe konuşan fatihler buraya ‘Köprü’ ismini vermişlerdir. Ünlü gezgin Evliya Çelebi (1611-1682) 1648 yılında Köprü’yü ziyaret etmiş ve bu yerleşimi altı bin ev, onbir han, kırksekiz okul ve bin dükkana sahip oldukça geniş ve zengin bir yerleşim olarak anlatmıştır. Ancak Evliya Çelebi’nin her söylediğine itibar etmemek gerektiği de göz ardı edilmemelidir. Ayrıca Köprü Kedi Kalah,[6] Ghedakara,[7] Kedaghara, Gidaqra[8] veya Karakede olarak da kayıtlara geçmiştir.
Bu şehirden yetişmiş ve arka arkaya vezir olarak görev yapmış olan en ünlü evlatları aile isimlerini doğum yerleri olan Köprü’den türeterek Köprülü adını almışlardır. Daha sonra onların şerefine yerleşim Vezirköprü adını almıştır. Yerleşim günümüzde de halen bu isimle bilinmektedir.
Nümizmatlar
Neapolis-Neoklaudiopolis tarihiyle ilgili modern araştırmalar bu şehre ait sikkelerin incelenmesiyle başlamıştır. Şehir tarihiyle ilgili en erken, ancak pek de başarılı olmamış ilk araştırmalar iki Fransız nümizmat Jean Tristan de Saint-Amant (1595-1656) ve Jean Hardouin (1646-1729) tarafından gerçekleştirilmiştir.
Tristan’ın Commentaires historiques contenans l’histoire générale des empereurs, imperatrices, cæsars et tyrans de l’empire romain adlı kitabı Roma tarihini tüm İmparatorları kapsayacak şekilde detaylı olarak anlatır. Kitapta her döneme ait sikkelerden ve bu sikkeler üzerindeki yazılardan örnekler yer alır. İmparator Caracalla ile ilgili bölüm yüz sayfadan fazla olup, arka yüzünde sunak ve yılan olan tek sikke (Resim 1)[9] ile temsil edilir. Tristan sikkenin üzerindeki yazıyı “Neoklaudiopolis’lilerine ait” anlamına gelen Neoklaudiopoleiton şeklinde tek bir kelime olarak okur ve bu Neoklaudiopolis’i Isauria Klaudiopolis’i (Ninika) olarak tanımlar. Böylece Klaudiopolis kelimesi başına ilave edilen Neo önekinin bu yerleşimi Bithynia Klaudiopolis’inden ayırmak üzere konduğunu varsayar.
Tristan’ın bu yorumuna Jean Hardouin, antik sikkeleri şehir isimlerine göre alfabetik olarak sıraladığı Nummi antiqui populorum et urbium illustrati (1684) adlı katalogu vasıtasıyla karşı çıkar. Katalogda Neoklaudiopolis’a ait herhangi bir sikke yoktur; ancak Klaudiopolis’e ait birkaç sikke mevcuttur. Hardouin sözü geçen sikke üzerinde yer alan ve Tristan tarafından bir bütün halinde okunan kelimenin aslında Klaudiopoleiton neo (koron) olarak (imparatorluk kültünün bekçileri anlamında) iki kelime olarak okunması gerektiğini söyler ve sikke üzerindeki yazının Bithynia Klaudiopolis’i[10] olarak tanımladığı Klaudiopolis isimli şehirdeki imparatorluk kültüne işaret ettiği sonucuna varır.
Tristan ve Hardouin araştırma hayatlarının büyük bir bölümünü masa başında geçirmişlerdir. Oysa Jean Foy-Vaillant (1632-1706) antik sikkelerle ilgili araştırmaları için Mısır ve Sicilya gibi uzak ülkelere seyahat etmiştir. Foy-Vaillant hem Seleukoslar, Ptoleminioslar ve Part sikkeleri üzerine yazılmış çok önemli bir esere, hem de Roma İmparatorluk dönemine ait sikkeler üzerine üç cilt olarak yazılmış bir başka esere sahiptir. Bu ciltlerin üçüncüsü Numismata imperatorum, Augustarum et Caesarum, a populis, Romanae ditionis, Graece loquentibus, doğu Yunan sikkelerine tahsis edilmiş olup 1700 yılında ikinci baskısı yayımlanmıştır. Bu eserde Neoklaudiopolis’e ait tek bir sikke yer alır. Bu sikkenin Paris’teki Sainte-Généviève manastırında bulunduğu ve arka yüzünde sunak ve yılanın bulunduğu belirtilmiştir. Tristan gibi, Foy-Vaillant da bu sikkenin Isauria’daki Klaudiopolis[11] darphanesinden çıktığını söyler.
Doksan yıl sonra İtalyan numismat Domenico Sestini (1750-1832) İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Sir Robert Ainslie’nin koleksiyonunu yayımlamıştır. Bu sikkeler arasında bir tanesi vardır ki, daha önce söz edilen üç yazarin hiç birisi tarafından görülmemiştir. Bu sikkenin arka yüzünde sunak ve yılan bulunmaktadır. Sestini sikkenin arka yüzündeki yazıyı “Neoklaudiopolis’e ait”[12] anlamına gelen Neoklaudiopoleiton olarak tek bir kelime olarak okumuş ve bu sikke ile Tristan ve Foy-Vaillant tarafından söz edilen sikkeler arasındaki benzerlikler üzerinde durmuş, ancak her iki yazarın bu sikkenin Isauria Klaudiopolis’i darphanesinden çıkmış olduğuna ait düşüncelerini reddetmiştir.
Onsekizinci yüzyılın sonlarında, Avrupa’daki aydınlanma çağının etkisi altında nümizmatik sadece kataloglama çalışmaları olmaktan çıkıp tarihsel bir bilim olmaya başlamıştır. Yeni çağın en önemli nümizmatlarından biri Joseph Eckhel (1737-1798) adında bir Avusturya’lıdır. Sekiz ciltlik kitabı Doctrina numorum veterum’da (Viyana, 1792-1798) iki sayfa Neoklaudiopolis’e ayrılmıştır. Eckhel tartışmalara yeni bir boyut getirmiştir: Bithynia Klaudiopolis’i MS ikinci yüzyılın ortalarından itibaren sikkeler üzerinde bu ismi kullanmayı bırakmış ve kendisini tekrar Bithynion olarak isimlendirmiştir. Böylece Hardouin’ın üzerinde Caracalla resmi bulunan sikkenin Bithynia Klaudiopolis’inde yapıldığı yönündeki düşüncesini kronolojik verilere dayanarak reddetmiştir. Bu isim altında sikke çıkarmış başka bir şehrin bilinmemesi nedeniyle, üzerinde sunak ve yılan olan sikke tiplerini mecburen Neoklaudiopolis ile özdeşleştirmiştir. Ayrıca Eckhel sikkeler üzerinde yer alan tarihlerin sikkelerin kaynağını göstermesi bakımından çok önemli olduklarına dikkat çeken olmuştur. Söz konusu sikke Bithynia Klaudiopolis’inin takviminden farklı olarak, Amasya ve Germanikopolis [13] örneklerinde olduğu gibi başka takvime göre tarihlendirilmiştir.
Fransız nümismat Théodore-Edme Mionnet (1770-1842) çalışma hayatını iki önemli projeye adamıştır: Eckhel’in kataloğuna benzer bir antik sikke kataloğu hazırlamak ve münferit sikkelere ait kalıpları çıkarmak. Mionnet Déscription des médailles antiques grecques et romaines adlı kitabının baş sayfasında 20,000 den fazla kalıp biriktirmiş olmasıyla övünür. Ancak çalışma yöntemi (modus operandi), hedefleri ve çalışmalarının tam olarak nerelere uzandığı halen hepimiz için büyük bir sırdır.[14] Diğer taraftan onbeş cilt halindeki (eser esasen altı cilt olup, dokuz cildi eklerden oluşmaktadır) Déscription des médailles adlı eseri oldukça gelenekseldir. Neoklaudiopolis ikinci ciltte (1807) sadece sunak ve yılan ile temsil edilir. Görünüşe bakılırsa Mionnet’de bu sikkenin kalıbı yoktu ve bu nedenle tanımlamasını Sestini’nin görüşleri doğrultusunda yaptı. Aynı şekilde Sestini’yi takip ederek sikkeyi Marcus Aurelius[15] dönemine tarihledi. Dördüncü ek cildin yayınlandığı 1829 yılına gelindiğinde dört adet daha Neoklaudiopolis sikkesinin Mionnet’in dikkatini çektiğini görüyoruz.[16]
Eckhel gibi Mionnetde sikkeler üzerinde yer alan kent takviminin (era) önemini takdir etmiştir. Neoklaudiopolis’e ait iki adet sikke üzerinde tarih bulunmaktadır. Daha yakın tarihli olan sikkenin arka yüzünde bir kartal, bir askeri nişan ve kent takviminin tarihi olan 206 yılı; ön yüzünde ise Severus’un portresi vardır. Daha eski olanın arka yüzünde ise Asklepios’un görüntüsü yer alır. Hardouin benzer bir sikkeyi Antoninus Pius[17] dönemine tarihlendirmiştir. Mionnet de doğru bir şekilde bu örnek üzerindeki imparator portresini Antoninus Pius olarak yorumlamış, ancak 161[18] yılını yanlışlıkla 191 olarak okumuştur. Bu yanlışlığa bağlı olarak da Neoklaudiopolis’in, ilki MÖ 45 yılında, diğeri (Eckhel’i takip ederek) MÖ 7[19] yılında başlayan iki kent takvimi olduğunu varsaymıştır. Sonraki deliller ışığında özellikle 1899 yılında bulunan bir yazıta dayanarak (bkz.aşağısı), iki takvim dönemi terkedilmiş ve Neoklaudiopolis’te takvim başlangıç noktası MÖ 6/5[20] olarak belirlenmiştir.
Mionnet’in 1830 yılında yayımlanan ek cilt beşincisinde menşei büyük olasılıkla Neoklaudiopolis olan ve arka yüzünde sunak ve yılan bulunan bir başka sikke yer alır. FoyVaillant kaynak olarak verilmiştir. Mionnet’in bu sikkeyi şahsen görmemiş olduğu çok bellidir; çünkü elinde bir kalıbı yoktur[21]. Foy-Vaillant’ı takip ederek imparatoru Caracalla olarak tanımlamış, ancak darphane olarak Bithynia Klaudiopolis’ini işaret etmiştir. Şaşırtıcı bir şekilde Mionnet Eckhel’in Bithynion’un 3. yüzyılın başlarında uzun zamandan beri Klaudiopolis.ismini kullanmadığı şeklindeki savını görmezden gelmiştir.
Neoklaudiopolis’e ait bilinen sikkelerin sayısı her geçen gün artmıştır. Yüzyıl sonra yayınlanan Recueil général des monnaies grecques d’Asie Mineure adlı eser Trajan döneminden Septimius Severus[22] dönemine kadar olan süre için onaltı değişik sikke tipinden söz eder. Günümüzde ise Neoklaudiopolis’e ait elliden fazla tip bilinmektedir.[23]
Gezginler Çağı: 19. Yüzyıl Başları
19. yüzyılda, Neoklaudiopolis’le ilgili araştırmaların odak noktası nümizmatik çalışmalardan şehrin fiziksel kalıntılarına, özellikle de yazıtlarına doğru kaymıştır. Pontus’un iç bölgeleri birkaç gezgin tarafından ziyaret edilmiştir. Daha sonra bu gezginler seyahat notlarını yayımlamışlardır. John Macdonald Kinneir (1782-1830) 1813 yılında İngiltere’den yola çıkmış ve 1814 yılı Mayıs ayında Boyabat’tan Samsun’a giderken Vezirköprü’den geçmiştir. Bu ziyaret sırasında kendisine şehirde iki bin ailenin yaşadığı ve minareleri olan on üç cami, bir han ve halka açık iki hamam bulunduğu söylenmiştir. Ayrıca bu yerleşimin kırk altıdan az olmayan bağımsız köye idari merkez görevi yaptığı da belirtilmiştir.[24] Seyahat notları 1818 yılında yayımlanan Kinneir, Vezirköprü’yü yazılı olarak anlatan ilk yabancı gezgindir.
William J. Hamilton (1805-1867), Londra Jeoloji Derneği Sekreteri (1807’de kurulmuş) 1836-1837 yıllarını Küçük Asya’da ve Doğu’da seyahat ederek geçirmiştir. Dönüş yolculuğu sırasında yolu Sinop’a düşmüş, Sinop’tan sonra da Dranaz geçidi üzerinden Boyabat ve Durağan’a ulaşmıştır.[25] Hamilton ve beraberindekiler akış yönünda Kızılırmak’ın doğu kıyısı boyunca seyahat ederek Çeltik[26] yakınlarındaki Vezirköprü’de 31 Temmuz 1836 gecesi, yalnızca bir gece konaklamışlardır.
Hamilton Vezirköprü sokaklarını geniş ve düzenli ancak evleri fakir ve yıkık olarak tasvir etmiştir. Halktan yardımsever olarak ve ‘evlerinin ve işyerlerinin içlerindeki ve Bedesten duvarlarındaki yazıtları heyacanla gösterdiklerinden’ söz etmiştir.[27] Hamilton bu yardımlar sonucu, ertesi gün yapacağı Ladik seyahati öncesinde dört adet Yunaca yazıtı görme ve kopyalama şansını bulmuştur. Diğer araştırmacılar Vezirköprü’nün antik Gadelon veya Gazelon yerleşimi üzerinde kurulduğunu varsayarken, yerleşimi antik Phazemon[28] olarak tanımlayan ilk kişi Hamilton olmuştur.
William F. Ainsworth (1807-1896) tıp doktoruydu ve 1830 yılında kurulan Kraliyet Coğrafya Kurumu’nun kurucu üyeleri arasında yer almaktaydı. Ainsworth’un gezginlik kariyeri Mezopotamya’ya doktor olarak yaptığı bir ziyaret sırasında başlamıştır. 1837 yılında ise Keldani Hıristiyanlarına yönelik olarak Kraliyet Coğrafya Kurumu ve Hıristiyanlığı Yayma Cemiyeti tarafından ortaklaşa olarak finanse edilen bir seyahate başkan olarak atanmıştır. Grup 1838 yılı baharında Londra’dan ayrılmış, aynı yılın sonlarına doğru Vezirköprü’yü ziyaret etmiş ve 1840 yılında İngiltere’ye dönmüşlerdir. Bu geziyle ilgili olarak Ankara’yı da kapsayan ilk bilgiler 1839 yılında Kraliyet Coğrafya Kurumu’nun bilimsel dergisinde yer almıştır. Nihai yayın ise 1842 yılında yayımlanmıştır. 1842 yılı Hamilton’un seyahat günlüklerinin de yayımlandığı yıldır.
Ainsworth, Ereğli-Kastamonu yolculuğunu kırsal alan üzerinden yapmış, Taşköprü ve Boyabat’ın içinden geçerek Gök Irmak vadisini Kızılırmak’la kesiştiği noktaya kadar takip etmiştir. Nehrin akış yönünün tersine Hacihamsa’ya[29] giden bir geçit bulmak için yapılan başarısız bir girişimden sonra, Ainsworth ve beraberindekiler Kızılırmak’ın akış yönünde doğu kıyısı boyunca yürümüş ve Çeltik yakınlarında kayıklarla nehrin karşı tarafına geçmiştir. Ainsworth, Osmancık’a doğru yoluna devam etmeden önce iki gece Vezirköprü’de konaklamıştır. Vezirköprü’nün Ghedakara[30] olan erken modern adına dayanarak, diğer çağdaş meslektaşları gibi, bu yerleşimi antik Gadelon olarak kabul etmiştir. Bir tane yazıtı kayıtlara geçirmiş[31] ve şehrin büyüklüğü ve görünüşü ile ilgili bazı notlar almıştır. Ayakta kalmış yapılar görünmemiş, ancak hamam inşaatında yeniden kullanılan devşirme malzeme,[32] kalıntı parçaları ve sütun parçalarını[33] kayıtlara geçirmiştir.
İki Şehir Teorisi
Yukarıda sözü geçen gezginlere ve diğer bilimsel çalışma sahiplerine çok şey borçluyuz. Onların sayesinde 19. yüzyılın ortalarında antik dönem Anadolu’sunun doğru tarihsel haritalarını çıkarmak mümkün olmuştur. Bu çalışmalar arasında en iddialı ve en etkili olan proje Heinrich Kiepert’e (1818-1899) aittir. Birkaç dile çevrilmiş olan Atlas antiquus, adlı çalışması ilk olarak 1854 yılında yayımlanmış, on iki baskı yapmış ve birkaç dile çevrilmiştir. Bu çalışmanın 1869 yılı baskısında, Vezirköprü’yü Gadilon ve Merzifon’u Phazemon olarak görmekteyiz. Andrapa’nın yerini bulmak için hiçbir çaba sarfedilmemiştir. Bu saptamalar, Kiepert zamanındaki bilimsel fikir birliğini yansıtmaktadır ve üç başlık altında özetlenebilir:
(1) Antik Phazemon modern Merzifon’dur;
(2) Antik Gazelon modern Vezirköprü’dür;
(3) Phazemon-Neapolis ve Andrapa-Neoklaudiopolis iki farklı şehirdir.
Phazemon’un Merzifon’la özdeşleştirilmesinin Phazemon ve Merzifon kelimeleri arasındaki yüzeysel benzerlikten kaynaklandığı çok açıktır; ancak bu görüş Strabon’un Phazemonitis’le ilgili olarak yaptığı “ağaçtan yoksun ama tahıldan zengin[34] açıklamasıyla destek bulmuştur. Merzifon ovasının Phazemonitis olarak genel kabul görmesinden sonra, Strabon’un yolundan gidilerek bu toprakların kuzeyindeki ülkenin de Gazelonitis olabileceği kabul edilmiştir. Bu durumda sayısız antik kalıntıya sahip olan Verzirköprü’ye de Gazelon olmak kalmıştır. Bu kabulleri takiben, Phazemonitis’in en batı sınırının Kızılırmak olarak bilinmesi ve Andrapa-Neoklaudiopolis’i Paphlagonia’ya yerleştiren ve en doğu sınırını Kızılırmak olarak gösteren Ptolemaios’a dayanılarak, Phazemon ve Andrapa’nın Kızılırmak’ın karşı kıyılarında yer alan iki ayrı şehir olduğu kabul edilmiştir.
1883 yılı Kasım ayında Berlin Bilimler Akademisi’nde yapılan bir sunumda arkeolog Gustav Hirschfeld (1847-1895) (Çorum ili sınırları içerisinde yer alan) İskilip’teki antik kalıntıları anlatmış ve bu kalıntıları yolların kesişme noktasında yer alan, önemli yerleşim Tavion olarak tanımlamıştır.[35] Bu açıklama, İskilip’in Tavion olduğunu savunan Hirschfeld’in argümanını on bir sayfalık yazısıyla çürütmeye çalışmış olan Kiepert’in, sert tepkisiyle karşılaşmıştır. Kiepert bu yazısında, İskilip Tavion olmadığına göre Andrapa’nın belki İskilip olduğu sonuca varmıştır.[36] Bu sözler Aberdeen Üniversitesi profesörü William M. Ramsay (1851-1939) tarafından heyecanla kabul görmüş ve The Historical Geography of Asia Minor[37] adlı monografında yer bulmuştur. Hirschfeld 1886[38] yılında hala ilk görüşünde ısrarlıydı. Ancak Pauly ve Wissowa’nın Real-Encyclopädie (1894) sinin birinci cildine ‘Andrapa’yla ilgili bilgi girmesi istendiğine, Kiepert’in önerisini benimseyerek Andrapa’nın İskilip olduğunu yazmıştır. [39]
Kiepert İskilip sorununu çözecek yeni bir yazıtın bulunmasını umutla beklediğini belirtmiştir. 1899 yılındaki ölümünden dört ay sonra İskilip hakkında genel olarak kabul edilmiş görüşün dayanak noktasını başarılı bir şekilde çürüten ve Hamilton’un 1842 yılındaki tahminlerini haklı çıkaran iki yeni yazıtın ilki bulunmuştur.
1899-1909: On Yıl İçindeki Büyük Keşifler
Vezirköprü’yü ziyaret etmiş olan 19. yüzyıl gezginlerinin en sonuncusu Aberdeen Üniversitesinde Ramsay’in öğrencisi de olmuş olan klasik dönem araştırmacısı İskoç J.G.C. Anderson’dur (1870-1952).[40] Kendisine J.A.R. Munro ve F.B. Welch[41] adında iki İngiliz araştırmacı eşlik etmiştir. Ladik ve Havza’yı ziyaret ettikten sonra 10 Ağustos 1899 tarihinde Vezirköprü’ye ulaşmışlardır.
Kendilerini 1900 yılının bahar aylarında Havza-Vezirköprü, Vezirköprü – Havza arasında seyahat etmiş olan Belçika’lı kardeşler Franz (1848-1947) ve Eugène (1869-1945) Cumont takip etmiştir.[42] Belçikalı kardeşlerin çalışmasını 1907 yılında Vezirköprü’de dört gün kalmış olan Belçikalı filolog Henri Grégoire’nin (1881-1964) keşifleri takip etmiştir. Kendisi yeni yazıtlar toplamış, kendinden önce Vezirköprü’yü ziyaret etmiş araştırmacıların notlarını kontrol etmiş ve çevre köylerden daha önce kayıtlara geçirilmemiş birkaç yazıtı da kayıtlara geçirmiştir. [43]
Anderson, Cumont kardeşler ve Grégoire’nin ortak buluşları üç cilt halinde Studia Pontica (Brüksel,1903-1910)[44] da yayınlanmıştır. Bu kitap günümüzde yani yayınlanmasından yüz yıl sonra bile antik Vezirköprü üzerine araştırmalar yapan araştırmacılar için temel kitap olma özelliğini korumaktadır. Studia Pontica nın üçüncü cildinde Vezirköprü’ye ait altmıştan fazla yazıt yer almaktadır ki, Hamilton’un 1842 tarihli seyahat raporunda şehirden ve çevresinden ancak dört yazıt vardı.
Anderson, keşif yolculuğuna 1899 yılında, döneminin kabul edilmiş bilgileri doğrultusunda, İskilip’in[45] Neoklaudiopolis olduğunu araştırmak üzere başlamıştı. Ağustos ayı ortalarında Vezirköprü’ye gelmiş ve Hamilton’un Phazemon-Neapolis’in burada olduğu doğrultusundaki hipotezini teyit için, yeni epigrafik kanıtlar bulma çalışmalarına başlamıştır. Ancak bu kanıtlar yerine imparatorlar Karus ve Karinus’u onurlandıran, “Neoklaudiopolis’li senato ve halk meclisinden” söz eden bir yazıt bulmuştur (SP III, 67). Anderson, “İskilip’te boşu boşuna aramış olduğu isme Vezirköprü’de rastlamış olmasını çok büyük bir sürpriz” olarak nitelemiştir.[46]
Yazıtın üzerinde kent takvimine göre 288 tarihi yer almaktadır. Bu tarihin Karus’un kısa hükümdarlığı ile birleştirilmesi üzerine, ortaya kent takviminin başlangıcı olarak MÖ 6/5 yılı ortaya çıkmaktadır.[47] Ayrıca yazıt Vezirköprü yerleşimini antik AndrapaNeoklaudiopolis olarak tanımlamaktadır. Ancak bu buluş anlaşılması kolay iki itirazı da birlikte getirmiştir. İlki, Ptolemaios’a göre Andrapa-Neoklaudiopolis Paphlagonia bölgesinde yer alırken, Vezirköprü Kızılırmak’ın doğusunda bulunmaktadır. İki şehir teorisi ile ilgili olan ikinci itiraz ise, eğer Vezirköprü Andrapa-Neoklaudiopolis ise, aynı zamanda Phazemon-Neapolis olması mümkün değildir.
Journal of Hellenic Studies’de yayınlanmış olan iki farklı bildiri ile, Anderson ve Munro bu potansiyel itirazları ele almışlardır. Anderson’a göre, Phazemonitis’in batı kısımları, Neoklaudiopolis dahil olmak üzere, Paphlagonia’ya dahil olmuştu.[48] Munro ise, Vezirköprü’nün Andrapa-Neoklaudiopolis olması durumunda, Phazemon-Neapolis olamıyacağından ikinci şehrin Havza olarak tanımlanması gerektiğini söylemiştir.[49]
Anderson’un ziyaretinden dokuz ay sonra, Cumont kardeşler Vezirköprü’ye gelmiştir. Şehrin Ortodoks başpapazı ziyaretçilerin dikkatini Anderson ve ekibi tarafından atlanmış olan bir yazıta çekmiştir. Kilisenin avlusunda bulunan ve yaklaşık elli satır olan bu yazıt İmparator Augustus’a bağlılık yemini metnidir (Resim 2).[50] Munro 1901 yılı Nisan ayında Franz Cumont’a yazığı özel bir mektupta[51], bu yazıttan bildirisini Journal of Hellenic Studies’e ye sunmadan önce haberdar olmadığı için duyduğu büyük üzüntüyü belirtmiştir.
Her iki yazıtın da Vezirköprü menşeili olduğu ve uzaklardan buralara getirilmediği varsayılarak Neapolis ve Andrapa-Neoklaudiopolis’in tek ve aynı şehir olduğu ortaya konmuş olmaktadır. Bu, Anderson tarafından da Studia Pontica’nın 1903 yılında yayınlanan ilk cildinde ortaya konan bir hipotezdir. Yorumcular bu cildi bir bütün olarak övmüşler; ancak Vezirköprü söz konusu olduğunda bazıları iki şehir teorisini terk etme konusunda isteksiz davranmışlardır. İkisi yerli, ikisi Roma dilinde olmak üzere tek bir yerleşimin nasıl en az dört adı olabilir? Bu itiraz sorusunu coğrafya uzmanı Joseph Partsch (1851-1925) Berliner Philologische Wochenschrift[52] için Studia Pontica’nın (1904) birinci cildi üzerine yaptığı gözden geçirme çalışmaları sırasında dile getirmiştir. Aslında yerli isimler sorunu daha önce de Anderson[53] tarafından Strabon’un metninde Andrapa ve Phazemon’un eş anlamlı olmadığı üzerinde durulmuştu.
İki farklı Roma adı problemini çözmek ise – en azından Neoklaudiopolis’in Neapolis olarak yeniden adlandırılmış olduğunun kabul edilmemesi durumunda – daha zordur. Tarihi coğrafya konularına ilgi duyan ve pek çok bildiri ile Real-Encyclopädie’ya önemli katkılarda bulunmuş okul müdürü Walther Ruge (1865-1943) bu konuya pedagoji dergisi Neue Jahrbücher für das klassische Altertum için yaptığı değerlendirme çalışması sırasında değinmiştir. Ruge’nin vardığı sonuca göre, Vezirköprü Neapolis’di – bu sonuca İmparator’a bağlılık yeminine dayanarak varmıştır – aynı zamanda Neoklaudiopolis olması mümkün değildir.[54]
Studia Pontica’nın üçüncü cildini gözden geçirme çalışmaları yapan Guillaume de Jerphanion (1877-1948) Ruge ile aynı mantığı izlemiş, ama tam tersi bir sonuca ulaşmıştır. Şöyle ki, bağlılık yemini taşının bir kilise avlusunda bulunmuş olması nedeniyle buraya başka bir yerden getirilmiş olabileceğine kanaat getirmiş ve İmparator Karus’u onurlandıran yazıta daha fazla değer vererek yerleşimi Neoklaudiopolis olarak tanımlamıştır. Durum böyle olunca, bu yerleşimin aynı zamanda Neapolis de olması mümkün değildir sonucuna varmıştır.[55]
Her ne kadar araştırmacıların çoğunluğu Andrapa, Neapolis ve Neoklaudiopolis’in aynı yerleşim için farklı isimler olduğunu kabul etmiş olsalar da, az sayıdaki iki şehir teorisi taraftarları önlerine engel olarak çıkmaktadır. Real-Encyclopädie dergisinin editörleri Neoklaudiopolis’başlığını yazma görevini, makalesini neredeyse tamamen iki şehir tartışmalarına ayırmış olan Walther Ruge’a vermişlerdir. Argümanı 1906 yılı ile aynıdır: Neapolis ve Neoklaudiopolis aynı şehir olamaz. Ancak sonuç tersine çevrilmiş ve Ruge şimdi Jerphanion’u takip etmiştir: Vezirköprü aslında Andrapa-Neoklaudiopolis olduğuna göre, aynı zamanda Phazemon-Neapolis’de olamaz. Bir sonraki ciltte (cilt. 19, 1938), Albert Herrmann (1886-1945) Phazemon’un modern Merzifon olduğu tespitini yapmıştır.
Yollar ve Köprüler
Neredeyse istisnasız tüm 19.yüzyıl gezginleri Vezirköprü’ye ya batıdan Durağan üzerinden, ya da doğudan Havza üzerinden ulaşmışlardır. Onlara göre DurağanVezirköprü – Havza yolu kesinlikle bir doğu-batı yoluydu. Bazı İngiliz gezginler konuya daha geniş bir bağlamda yaklaşmışlar ve nasıl Hindistan yarımadasının kuzeyinde uzanan geniş araziler üzerindeki İngiliz sömürge toprakları “Büyük Trans Asya Yolu” vasıtasıyla birarada tutulmuşsa, Roma İmparatorluğu’nun Anadolu’daki toprakları da birbirine bir doğu-batı yolu ile bağlanmıştır[56] sonucuna varmışlardır.
Ancak 1890 yılında Ramsay tarafından da işaret edildiği üzere,[57] bu varsayımsal transAsya karayolundan hiçbir antik kaynak söz etmemektedir. Aynı şekilde ne bir Roma’lı yazar, ne de bugüne kadar korunagelmiş herhangi bir yazılı kaynakta Vezirköprü üzerinden uzanan önemli bir yoldan söz edilmektedir.[58] Vezirköprü’den geçen yol üzerinde bulunmuş olan sayısız mil taşı ise bu Roma yolunun belli bir öneme sahip via publica statüsünde bir yol olduğunu söylemektedir. Ancak bu söylem, bu yolu “büyük trans Asya Yolu” olarak tanımlayabilmek için yeterli değildir: bu özellik Ankara üzerinden devam eden güney yolu için muhafaza edilmelidir.
Pontus yollarının ve miltaşlarının sistematik bir şekilde incelenmeye başlaması Ramsay’ın bölgeyi bir kaç kere ziyaret ettikten sonra, 1890 – 1891 yıllarında antik yollar üzerine bölgesel ölçekte bir araştırma organize etmesiyle başlamıştır. Anak Ramsay hastalığı nedeniyle 1891 yılındaki çalışmaya katılamamıştır. 1891 yılı çalışması sırasında ekip üyeleri Ağustos[59] sonlarına doğru Havza’ya varmışlar; ancak Vezirköprü’ye uğramamışlardır. Bu seyahate ait raporlar 1893 yılında D.G. Hogarth ve J.A.R. Munro tarafından yayımlanmıştır.
Gezginlerin Kızılırmak üzerinde bulunan yıkık[60] köprülerle ilgili tanımlamaları özellikle çok değerlidir. Çünkü, şu anda bu köprüler Altınkaya Barajının suları altında bulunmaktadır. Hem Hamilton, hem Ainsworth, hem de Anderson Çeltik’teki[61] kayık iskelesinin batısındaki antik bir köprünün kalıntılarından söz ederler.
Anderson’un tanımlamalarına göre, köprünun yapımında “özenle kesilmiş taş bloklar harç kullanılmadan birleştirilmiştir.” Bu tanımlamadan köprünün Roma dönemine ait olduğunu söyleyebiliriz. Anderson’a göre, tek kemerli olan bu köprü 30 metre uzunluğundadır. Bu, bir Roma köprüsü için alışılagelmemiş bir durumdur; ancak tek örnek değildir. MS 3. yüzyıla tarihlenen ve Güneydoğu Anadolu’da Kahta yakınlarında yer alan bir başka köprü 34.2 m uzunluğundadır.[62]
Nehrin akış yönünün tersine doğru az yukarıda bir başka köprüye ait kalıntılar vardı. Kinnier Vezirköprü’den yaklaşık 40 İngiliz mili[63] uzaklıkta Kızılırmağın karşı tarafında geçişini “güzel bir eski köprüye ait kalıntıların yakını” diye tanımlar.[64] Bu köprüye ait kalıntılar, 1978 yılına kadar Kemerbağçe köyü yakınlarında izlenebilmekteydi. En belirgin kalıntısı ise, nehrin sol yakasında birkaç metre yüksekliğe kadar korunagelmiş ayağı idi.[65] Durağan-Vezirköprü rotasında gitmiş olan tüm gezginler bu köprü yakınlarından geçmiş olmalıdır. Ancak neden Hamilton, Ainsworth veya Anderson’un değil de; yalnızca Kinneir’in bu köprüden söz etmiş olması anlaşılmaz bir durumdur.
Aynı derecede anlaşılmaz olan bir diğer köprü de İstavros Irmağı üzerinde bulunan ve Vezirköprü’nün güneydoğusunda Tahna (Kayabaşı) köyü yakınlarında yer alan Kurt Köprüsü’dür. Yerleşimi 1900[66] yılında ziyaret eden Cumont kardeşler bu köprüyü Seleukos dönemine tarihlendirmişlerdir. Başka bir olasılık ise, ki bu durum ancak bir kazı ile test edilebilinir, Roma dönemi temelleri üzerinde bir Selçuk dönemi, hatta Osmanlı dönemi yapısı bulunmasıdır. [67] Yapının amacı halen belirsizliğini korumaktadır. Cumont kardeşler bu yapının Vezirköprü’den Samsun’a[68] uzanan yola ait olabileceğini öne sürmüşlerdir. 1907 yılında ise Grégoire, Kurt Köprüsü üzerinden Kavak’tan Vezirköprü’ye direkt uzanan olası bir Roma yolunu bulmaya çalışmıştır; ancak başarılı olamamıştır.[69]
Thermai’den Neoklaudiopolis’e uzanan Roma ana yolu İstavros ırmağını bugün Köprübaşı olarak bilinen köyde geçmekteydi. Anderson’la Cumont kardeşler de raporlarında o zamanlar ırmağın üzerinde yer alan ahşap bir köprüden söz etmişlerdir.[70]
Vezirköprü mevkinde ise, yol Ulu Çay üzerinden geçer. Cumont kardeşler 1900 yılında yerleşimi ziyaret ettiklerinde çay üzerinde ahşap bir köprü tespit etmişlerdir. Bu köprüden akış yönünde yukarı doğru gidildiğinde ise, bir Roma dönemi yapısı kalıntılarının kanalın kenarlarını güçlendirmek üzere kullanıldığını görmüşlerdir.[71] Günümüzde Ulu Çay üzerinde üç karayolu köprüsü vardır. En batıda yer alan köprünün akış yönünün az yukarısında, eski bir köprü ayağına ait kalıntılar gözlenir. Eğer bunlar Cumont kardeşler tarafından söz edilen ahşap köprünün alt yapısına ait kalıntılarsa, Roma dönemi köprüsünün biraz daha yukarıda, bugünkü şehrin kuzeybatısında yer aldığı söylenebilinir.
Yolun fiziki kalıntılarına ait çok az bilgi rapor edilmiştir. Ancak hem Munro,[72] hem de Anderson[73] Havza ile Kavak arasında 19.yüzyıl şose yoluna paralel olarak uzanan eski bir yol parçasından söz ederler. Munro’ya göre, ‘bazı yerlerde yüzey döşemesi bile bozulmadan korunagelmiş’tir. Anderson ise, Aşağı Narlı yakınlarında Vezirköprü’nün kuzeybatısında büyük olasılıkla eski bir yola ait kalıntıları ‘orada ve burada döşeme kalıntıları vardır’[74] şeklinde tanımlamıştır.
Daha Geniş Bir Çerçeve
Roma eyaleti kent arkeolojisi ve tarihi ile ilgili ‘ellilerden seksenlere’ kadar uzanan savaş sonrası on yıllar ekonomiye duyulan ilginin artışı ve her kenti ve eyaleti daha geniş bir çerçeve içinde görme eğilimi ile karakterize olmuştur. Bu, çoğunlukla metinsel kaynaklar üzerine yoğunlaşmış savaş öncesi geleneğine karşı ortaya çıkmış anlaşılabilir bir tepkidir. Kantitatif arkeoloji yöntemlerinin uygulanmaya başlanmasıyla, Afrika veya batı illerinde sürdürülen Roma ekonomisi araştırmaları yeni ve çarpıcı anlayışlar kazanmıştır. Ancak benzer bir anlayış, pek çok nedenle, ki belki de en önemlisi Vezirköprü bölgesinde gerçekleşmiş yakın dönem yüzey araştırmalarının azlığıdır, bu bölge için söz konusu olmamıştır. D.R. Wilson’un 1960 yılında Oxford Üniversitesi’ne sunduğu doktora tezi konuyla ilgili öğretici bir örnektir. Konunun başlığı “The Historical Geography of Bithynia, Paphlagonia and Pontus in the Greek and Roman Periods: a new survey with particular reference to surface remains still visible” dır. Ancak Neapolis-Neoklaudiopolis[75] üzerine olan bölümü kesinlikle yeni akıma uymamaktadır. Daktilo yazısı ile altı sayfadan oluşan bu bölümde, Havza bölgesinde bulunmuş olan bir veya iki yeni buluntu dışında, tamamen Studia Pontica adlı yayından beri bilinen metinler, yazıtlar ve sikkeler kullanılmıştır. Yazının büyük bir kısmı iki şehir hipotezine dayandırılmış ve ekonomi ile ilgili olarak söz edilen -balık, tarım – gibi bilgiler de Strabon’dan[76] alınmıştır.
Wilson’un ‘Büyük Trans Asya Yolu’ ile ilgili tanımlamaları da hepsi zaten 1910[77] yılında bilinen miltaşlarına dayanmaktadır. Kızılırmak üzerindeki köprüye ait bilgilerle, Aşağı Narlı yakınlarındaki yola ait bilgiler ise Anderson’un çalışmalarından alıntıdır[78] Aynı metinlerin yeniden okunmasının konuya yeni bir anlayış getirmediği açıkça ortadadır. Yeni bir anlayış ancak yeni arkeolojik çalışmaların ve özellikle de yüzey araştırmalarının hızla gelişen alt disiplinleri sayesinde olabilir. Önemli bir adım 1970’li yılların başında İstanbul Üniversitesi profesörlerinden U.B. Alkım ve ekibi tarafından atılmıştır. Alkım ve ekibi kendi deyimlerince “Anadolu’nun hakkıyla en az araştırılmış bölgesi”[79] olan Samsun’da arkeolojik ve topografik araştırmalara başlamışlardır.
1984 yılına gelindiğinde ise karşımıza iki önemli Alman çalışması çıkmaktadır. Bunlardan bir tanesi Helmut Weimert’in Wirtschaft als landschaftsgebundenes Phänomen başlıklı tezidir, ki Pontos üzerine Wilson’un 1960 tarihli tezi ile pek çok ortak noktası bulunmaktadır. Wilson gibi, Weimert’da yeni sorular sormakta ve yine Wilson gibi bu sorulara Strabon’dan beri bilinen ve artık eskimiş olan bilgilerle cevap vermektedir. Weimert’ın batı Phazemonitis[80] ekonomisi ile ilgili olarak verdiği bilgilerin büyük bir kısmı Strabon’a dayanmaktadır. Topografik bilgiler ise kısmen kendisinin 1982[81] de Phazemonitis’e yaptığı ziyarete, kısmen de Anderson, Cumont kardeşler, Hamilton, Munro ve Wilson’un çalışmalarına dayanmaktadır. Çalışmada arkeolojinin katkıları kısaca tartışılmış, ancak daha sonra ‘Pontos’da çok az sayıda planlı kazının yapılmış olması nedeniyle[82] konu dışı bırakılmıştır.
Aynı yıl, Weimert’in kitabı çıktığında, Eckart Olshausen ve Joseph Biller tarafından ortaklaşa olarak kaleme alınmış olan Tübinger Atlas des Vorderen Orient’nin ek cilt yayımlanmıştır. Cildin ilk bölümü betimleyici özelliktedir ve yazarların bölgeye yaptıkları ziyaretlere ve araştırmalara dayanan pek çok yeni bilgi içerir. Son bölüm ise (‘Index Ponticus’) Pontus topografyasının her yerleşimi ile ilgili olarak, daha önce arazide yapılmış diğer çalışmaları da referans gösteren ve antik Pontos çalışacak öğrenciler için çok değerli bir kaynak konumundadır.
Yakın Geçmişteki ve Gelecekteki Araştırmalar
1980 lerden sonra, Pontos bölgesi araştırmaları ile ilgili bir diriliş söz konusu olmuştur. Bu çalışmaların çoğu 1976–2008 yılları arasında Stuttgart Üniversitesi’nde antik tarih bölümü başkanı olarak görev yapmış olan Eckart Olshausen himayesinde gerçekleşmiştir. Olshausen ve onunla birlikte çalışan Joseph Biller ve Gerhard Kahl Vezirköprü ‘yü birkaç ziyaret etmişler ve daha önce bilinmeyen veya daha önce yayımlanmamış olan bir dizi yazıtı kayıtlara geçirmişlerdir. Bu yeni yazıtlar arasında Neoklaudiopolis’li ‘halk ve senato meclisinden’[83] söz eden bir yeni yazıt da yer alır.
Zürich Üniversitesi’nden, Christian Marek[84] ve öğrencisi Marco Vitale[85] Roma’nın kuzey Anadolu topraklarındaki mekansal ve politik organizasyonlarıyla ilgili sorunları gündeme getirmişlerdir. Kızılırmak’ın batısında yer alan ikiz kardeş şehir Pompeiopolis’de Lâtife Summerer (Münih Üniversitesi/Kastamonu Üniversitesi) tarafından sürdürülmekte olan araştırmalar da Neoklaudiopolis için önemli karşılaştırmalı kanıtlar sağlamayı vaat etmektedir.[86]
Bölgenin kırsal kesimi ekonomisiyle ile ilgili olarak Gerhard Kahl (1992)[87] tarafından sunulan bir bildiri ve Deniz Burcu Erciyas’ın doktora tezi (2001) ise dikkatleri yeni yönlere çekmektedir. Şöyle ki, Strabon’a dayanan geleneksel görüşlerden uzaklaşılmakta ve daha fazla arkeolojik ve ekolojik yaklaşımlar içeren ve Roma İmparatorluğu’nun diğer illerinde yapılan araştırmalarla daha uyumlu bir yaklaşım benimsenmiştir.[88] Ancak, bu yaklaşım da gene veri eksikliği ve karşılaştırma amaçlı çalışmalar için tek tip bir ölçüt kümesinin yokluğu nedeniyle engellenmiştir. [89]
Berlin Özgür Üniversitesi tarafından yürütülmekte olan Nerik projesi Vezirköprü bölgesine kadar uzanan ileri bir adım atmıştır.[90] Her ne kadar asıl ilgilendiği Bronz Çağ’da Oymaağaç bölgesinin araştırılması ise de, Nerik yerleşiminde gerçekleştirilen paleobotanik ve arkeofaunal analiz sonuçları, tabii ki geniş Phazemonitis alanı için de geçerli olmuştur. Ayrıca, Nerik projesi şemsiyesi altında sürdürülen topografik araştırmalarla da, Roma dönemine ait yeni bilgilere ulaşılmıştır.[91] 2010 dan beri Kopenhag Üniversitesi ve Güney Danimarka Üniversitesi’nden bir heyet tarafından gerçekleştirilen çalışmalarla da, kronolojik kapsam Roma ve erken Bizans dönemlerini içerecek şekilde genişlemiştir.[92] Şimdiye kadar ki sonuçlar arasında şehrin en kuzey kesiminde bulunmuş olan ve büyük olasılıkla bir Bizans dönemi martyrion u olan bir yapı kompleksi yer alır.[93]
Vezirköprü bölgesi yolları, Pontos (Eckart Olshausen)[94] ve Paphlagonia (Klaus Belke)[95] bölgeleri büyük yol ağını araştıran çalışmalarda da kısaca yer almıştır. Neoklaudiopolis’de birleşen yolların gelişimi ve bunların erken dönem yolları ile ilişkilerini anlayabilmek için daha lokal olarak yapılacak araştırmalara ihtiyaç vardır. Vezirköprü bölgesinden bilinen yaklaşık otuz Roma taşı vardır ve bunların yarısı Studia Pontica editörleri tarafından bilinmekteydi. 1988 e kadar olan tüm miltaşları David French tarafından Interim Catalogue of Milestones (1988)[96] adlı yayında yayım tarihleriyle kayıtlara geçirilmiştir. Üç yeni miltaşı ise 2010 yılında yayımlanmıştır.[97]
2008 de yayımlanan Geçmişten Günümüze Vezirköprü ve 2012 de şehir ve ait olduğu bölge ile ilgili olarak yayımlanan rehber kitap,[98] her ne kadar Roma dönemi Neoklaudiopolis’i[99] ile ilgili çok az ve hatalı bilgiler içermekteyse de, kentin tarihine artan yerel ilgiyi göstermesi bakımından önem taşımaktadırlar. Şehirde antik miras konusunda meydana gelen uyanış yeni buluntuların koruma altına alınarak kayıtlara geçirilmesi bakımından önem taşımaktadır. Müstakil olarak ayakta duran herhangi bir kalıntıya sahip olmayan bir şehirde, şehir sakinlerinin iki bin yıllık bir tarihin ayaklar altında yattığını unutabilmeleri çok kolaydır.