Giriş
Uygun koşullarda dişler toprak altında insan vücudunun en iyi korunan dokusudur. Yiyeceklerle olan direk temasından dolayı dişler arkeolojik toplumların beslenme alışkanlıklarını anlaşılması ve yorumlanmasını sağlayan biyolojik antropolojinin önemli veri kaynağıdır[1] . Diş patolojisi ise diş hastalıkların olası nedenlerini; tiplerini ve gelişim rotasınının beslenme, yaş, cinsiyet, bireylerin sosyal statüleri ve ölüm nedenleri arasındaki ilişkileri irdeler[2] . Dolayısıyla diş patolojisi beslenme ve diş hastalıkları arasındaki bilinen ilişkiye bağlı kalarak toplumların beslenme biçimini yeniden yorumlar[3] .
Diş patolojisi alanında en sık rastlanılan hastalıklar arasında diş çürüğü gelmektedir[4] . Diş çürüğü; mine, dentin ve sement’in demineralizasyonu sonucunda ortaya çıkan lezyondur[5] . Dünyanın en yaygın enfeksiyon hastalığıdır[6] . Diş çürüğü, ağızdaki asidofilik bakterilerin besin içerisinde şekeri fermente etmesi sonucunda dişin erozyona uğraması olarak tanımlanır[7] . Çürük, besin artıklarının ağızdaki bakteriler tarafından oluşturulan plağının diş yüzeyine yapışmasıyla ve plak sıvısı içerisinde çözelti halinde bulunan iyonların PH dengesinin bozmak suretiyle diş dokusunun mineral bileşenlerini değiştirmesiyle oluşur. Bu plak sıvısının da ileri derecede asittik duruma ulaşması dişin mineral birleşenlerinin çözülmesini sağlar. Ağızdaki güçlü asit ortamın artması ve PH derecesinin düşmesi, diş minerallerin zarar görmesine ve diş çürüğü lezyonun başlayıp gelişmesine neden olur[8] . Dolayıyla diş çürüğünün gün boyunca asit-baz PH dengesinin bozulmasının sonucu olarak da oluştuğu söylenebilir[9] . Özellikle Streptococcus mutans, Streptococcus sanguis, Actinomyces viscosus, Actinomyces naeslundi ve Lactobasilius acidophilus bakterileri diş çürümelerine sebep olan mikroorganizmalar olarak tanınmaktadır[10].
Diş çürüğünü etkileyen faktörleri sıralayacak olursak; Hastalıklar: Mine hipoplazisi, Sicca Sendromu, Orak hücresi hastalığı ve Astım[11]. İnsanın biyolojik yapısı ve çeşitliği: Genetik, hormonlar, hamilelik, tükürük salgısı (PH derecesi ve bakteriler). İnsanın biyolojik çeşitliliği ve dişin yapısı[12]. Sosyo-ekonomik ve çevresel faktörler ile zaman: Beslenme (şeker ve nişastalı besinlerin yoğun tüketilmesi), aşınma, hamilelik süresince yeteri kadar alınmayan bazı vitamin ve minareler, özellikle demir, folik asit, B–12, D ve çinko, düşük ağırlıkta doğum ve uzun süreli emzirme[13], içme suyundaki flor oranı (flor seviyesi ile çürük sıklığının pozitif ilişkisi), zaman ve psikososyal yönler[14] olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla diş çürüğünün, multifaktoriyel hastalıklar olduğu söylenebilir[15].
Diş çürüğü kronolojik olarak insanlık tarihin başlangıcından[16], günümüz modern toplumlara kadar rastlanılan[17] en yaygın tek kronik hastalıktır[18]. Örneğin günümüzde toplumlarında çocukluk çağında (2–11 yaş aralığında) diş çürük sıklığı % 60–90 arasındadır[19], Dolayısıyla diş çürüğünü tetikleyen mekanizmalardan en dikkat çeken rafine edilmiş karbonhidratlı besinlerin tüketimidir. Bu mekanizmayı en iyi açıklayan durum, günümüz toplumlarda erken çocukluk dönemi diş çürüğü sıklığıdır. Çocukların, ilk üç yıl boyunca şekerli besin, içecek ve aperatifi ürünler tüketmeleri onların erken çocukluk çağı çürüğüne maruz kalmalarına neden olduğu bilinmektedir. Öyle ki Amerika’da 2–5 yaş arası çocukların %28’i diş çürüğü sorunuyla karşı karşıya kalmaktadır[20]. Nitekim modern toplumlar üzerinde yapılan çalışmalarda rafine edilmiş karbonhidratlı, şekerli ve zengin nişastalı besinlerin tüketilmesi diş çürüğü sıklığını yükseltiği bilinmektedir[21].
Diş çürüğünün, tarih öncesi eski toplumlardan günümüz modern toplumlara kadar olan tarihi gelişim süreci içerisinde rastlanılan en yaygın hastalık olduğu bilinmektedir. Eski toplumlarda diş çürüğü sıklığı; toplumların veya bireylerin beslenme alışkanlıkları, ağız sağlıkları ve hatta ekonomik modelleri hakkında bilgi sahibi olmamızı verilerdir[22]. Diş çürüğünün, insanlık tarihin erken sayfalarından beri görülmesine rağmen zaman içinde frekans değişikliğine uğradığı gözlenmiştir[23]. Özellikle avcı-toplayıcı yaşamdan tarıma toplumuna geçişle diş çürüğü sıklığının karbonhidratlı besinlerin alımıyla birlikte artığı gözlenmiştir[24]. Nitekim Bernal ve arkadaşları (2007), karbonhidrat ve protein alım oranlarının diş çürüğü sıklığı ile yakın ilişkide olduğunu ve diş çürüğü görülme frekansının toplumların ne tür bir ekonomik faaliyet sergilemiş olabileceklerinin tespitine de olanak sağlayabileceğini düşünmektedirler. Örneğin balıkçı, avcı ve toplayıcı toplumlarda diş çürüğü sıklığının tarım toplumlara göre daha düşük değerde görülürken[25], karma ekonomiye (avcı-tarım) sahip toplumlarda ise diş çürüğü sıklığının orta değerlerde seyrettiği belirtilmektedir[26]. Yapılan çalışmalar ışığında diş çürüğü oranlarının farklı ekonomik modellere göre, avcı-toplayıcı toplumlarda %0-%5,3, karma ekonomiye sahip toplumlarda %0,44-%10,3, tarım toplumlarında ise %2,2-%26,9 arasında dağılım gösterdiği belgelenmiştir[27]. Bu doğrultuda yapılan pek çok araştırma sonucunda tarıma geçişle birlikte çürük oranın artığı genel anlamda doğru olarak kabul grse de bu durumun tersini gösteren verilerin bulunduğu göz önünde tutulmalıdır[28].
Eski Anadolu toplumların ağız ve diş sağlığı hakkında çok sayıda ulusal ve uluslararası yayınlar bulunmaktadır. Söz konusu çalışmalara dayanarak, Eski Anadolu toplumlarında görülen diş çürüğü frekansının dünya örnekleriyle benzerlik sergilediğini söyleyebiliriz. Anadolu’da arkeolojik dönemlerden modern toplumlara kadar antropoloji ve/veya diğer bilim dallarına ait birçok araştırma ve araştırıcı genel veya bölgesel tabanlı diş çürüğü analizlerine ait veriler aktarmışlardır. Her ne kadar antropoloji alanında yapılmış ağız ve diş sağlığı çalışmaları genel bir perspektifde değerlendirilmiş olunsa da bazı çok özel çalışmalar da bulunmaktadır.
Eski Anadolu toplumlar üzerinde gerçekleştirilen çalışmalarda görülen diş çürüğü oranı kronolojik açıdan sıralandığında ise; avcı-toplayıcı toplumlarda %1-%2[29], Neolitik Çağ iskeletlerinde %0[30]-%18,1[31] (Hasakeyif, Körtik Tepe, Musular, Hakemi Use, Aşıklı Höyük, Çayönü, Ilıpınar, Çatal Höyük, Bademağac, Menteşe)[32], Kalkolitik Çağ iskeletlerinde %11,7 (Norşuntepe)[33], Bronz Çağ iskeletlerinde %0-%18,2 (Ağızören, Salur Höyük, İkiztepe (çocuk), Küçük Höyük, Resuloğlu, Hayaz Höyük, Panaztepe, Karataş, Bağazkale/Hattusa)[34], Demir Çağ iskeletlerinde %2,85-%11,27 (Karagündüz, Hakkari, Altıntepe, Kalecik, Dilkaya, Norşuntepe)[35], Helenistik Dönem iskeletlerinde %5,2-%13,8 (Klazomenai, Klazomenai Akpınar, Antandros, Gümüşlük-Milas, Harekattepe)[36], Roma Dönemi iskeletlerinde %7,76-%16 (Kyzikos, Panaztepe, Arslantepe, Datça)[37], Geç Roma-Erken Bizans-Bizans Dönemi iskeletlerinde %4,68-%10,8 (Symrna Agoras, Çiçekdağı, Sardis, Tlos, Büyük Saray-Eski Cezaevi, İznik)[38], Ortaçağ iskeletlerinde %6,36-%11,75 (Karagündüz, Minnetpınarı, Tepecik, Van Kalesi Eski Van Şehri)[39], İslam Dönemi iskeletlerinde %7,3-%15,2 (Panaztepe, Aşvankale)[40] ve Yakın Çağ iskeletlerinde %16,87-%28,42 arasındadır (Kızlar Manastırı, Kelenderis)[41]. Söz konusu bu çalışmalar ışığında; Anadolu’da ilk köy toplumlarından kent devlet toplumlarına hatta yakın çağ şehir toplumlarına kadar ki zaman diliminde diş çürüğünün görülme frekansının giderek artığı söylenebilir.
Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yapılan kazılardan çıkarılan iskeletlerin çoğunda diş çürüğü sıklığı, çürük sayısının toplamının gözlenen diş sayısına oranı olarak sunulmuştur. Diş çürüğü düzeltmesi genel anlamda pek kullanılmamıştır. Düzeltme yapılmış çok az sayıdaki çalışmada ise diş çürüğü sıklığı farklı araştırmacıların düzeltme formülleriyle değerlendirilmiştir. Bunların içerisinde “A new approach for calibrating dental caries frequency of skeletal remains”, başlıklı Duyar ve Erdal (2003) tarafından geliştirilmiş diş çürüğü düzeltmesi. “The ‘Caries Correction Factor’: a New Method of Calibrating Dental Caries Rates to Compensate for Antemortern Loss of Teeth” başlıklı Lukacs’ın (1995) geliştirdiği yöntem ve son olarak da Hardwick düzeltmesi “The incidence and distribution of caries throughout the ages in relation to the Englishman’s diet”[42] adlı çalışmalar sayılabilir. Eski Anadolu iskeletlerinde diş çürüğüne ilişkin verilerde karşılaşılan problemler; Standart bir diş çürüğü sıklığı düzeltmesinin kullanılmaması, iskelet serilerinin devamsızlığı, çürüğün olası nedenlerin tam anlamıyla değerlendirilmemesi ve çürük tiplerin belirtilmemesi olarak sıralanabilir.
Bu çalışmanın amacı, Erken Demir Çağ’a tarihlendirilen göçebe ve/veya yarı göçebe yaşam biçimine dayalı beslenme tarzının diş sağlığı üzerinde bir etkisinin olup olmadığınının araştırmasıdır. Bu doğrultuda incelenen iskeletlerin dişlerinde görülen çürük sıklığı, tipleri ve görülme biçimleri değerlendirilecektir.
Doğu Anadolu Erken Demir Çağ’ında İklim, Çevre ve Kültürel Değişim
Anadolu’ya ait Erken Demir Çağ dönemi iskelet kalıntıları ve bunlara ilişkin antropolojik veriler genellikle Doğu Anadolu’dan gelmektedir. Özellikle Van İli ve çevresi Erken Demir Çağ kalıntıları bu bölgenin önemli antropolojik veri kaynağını oluşturduğunu göstermektedir. Son yıllarda bölgede gerçekleştirilen ve hala devam eden arkeolojik çalışmalarda, bölgenin Erken Demir Çağ’ına ilişkin önemli bilgiler vermektedir. Nitekim bölgede yapılan arkeolojik araştırmalar sonucunda özellikle de kırsal alanlarda Erken Demir Çağ yerleşimcilerine ait çok sayıda mezar kalıntıları tespit edilmiştir. Dromoslu[43] ve dromussuz[44] oda şeklindeki bu mezarların muhtemelen yerel aşiretlere ait olabileceği düşünülmektedir[45]. Şimdiye kadar bölgede tespit edilmiş ilk Erken Demir Çağ-Demir Çağ dönemlerine ait mezarlar Karagündüz, Sutey, Ernis, Dilkaya, Şorik, Uncular[46] ve Çatak gibi yerleşim yerlerinden gelmektedir[47].
Doğu Anadolu Bölgesi yüksek sıradağları, nehirleri geniş platolar ve ovalarıyla geniş bir alanı kapsamaktadır[48]. Günümüzden 7–6 bin yıldan beri yazları sıcak ve kurak, kışları sert ve kar yağışlı geçtiği bilinmektedir[49]. Özellikle Van Gölü sedimantoloji ve paleoklimatolojik araştırmalarında bölgede 4,3–2,1 bin yıl önce iklimde görülmeye başlanan kuraklık, 3,4 bin yıl civarında yazları aşırı kurak kışları ise yağışlı geçtiği saptanmıştır[50]. Hatta 3,5–3,2 bin yılları arasında tüm Ortadoğu’nun nemli ve serin bir iklimle karşılaştığını ve takip eden zaman dilimi içerisinde 3,2–2,9 bin yılların sonlarına kadar biraz daha kuru ve kurak bir iklim periyodun bölgeyi etkilediği belirtilmektedir[51]. Günümüzden 3,2 bin yıl önce Geç Bronz Çağ krizi olarak da bilenen[52] soğuk ve kurak bir iklim periyodunun başladığı ve 3,1 bin civarında bu soğuk iklimin doruk noktasına ulaştığı bilinmektedir[53]. Bu olumsuz iklim koşulları Avrasya göç dalgasını yaratmış ve insanların yeni bölgelere hareket etmesine neden olmuştur[54]. Hatta bu soğuk ve kurak iklimin etkisiyle birlikte Anadolu ve Ortadoğu’da bilenen tarihin akışını etkileyen büyük zincirleme olayların aynı anda ortaya çıkmasını neden olmuştur[55]. Söz konusu tarihte görülen hızlı iklimsel değişim silsilesi birçok bölgeyi kuraklaştırmış ve bunun sonucunda Doğu Akdeniz ve çevresinde büyük ölçüde ekonomik, politik ve dinsel değişimler görülmüştür[56]. Bunlar içerisinde büyük imparatorlukların çöküşü, hızlı terk edilen şehirler, büyük kitlesel göç hareketleri, kuraklık ve buna bağlı olarak kıtlığın yaşanması ve salgın hastalıklar gibi birçok olumsuz olayların 3,2 bin yıl civarında görülen iklimsel değişimin sonucu olarak görülmektedir[57]. Bu dönem sonunda, Ege Bölgesi için Karanlık Çağ, Doğu Akdeniz için Erken Demir Çağ dönemi başlamıştır[58].
Günümüzden 3,2 bin yıl öncesinde Doğu Anadolu ise diğer bölgelerden farklı olarak ve hatta yine coğrafik şartların dezavantajından dolayı daha soğuk ve kurak iklim şartlarına maruz kaldığı düşünülebilir. Ancak günümüzden 3,2–2,850 yılları arasında devam eden olumsuz şartlar, Doğu Anadolu’ya bazı avantajlar da beraberinde getirmiş olabilir. Coğrafik yapısı ve uzun süren kış koşulları bölgeye diğer istilacı kavimlere karşı doğal bir bariyer sağlamış olabilir. Ayrıca bölgede dağ arası geçitlerin karla kaplı olması nedeniyle özellikle de akarsu havzaları içinde ve plato yamaçlarına yarı göçebe ve göçebe toplulukların yerleşmesine neden olmuştur. Bununla birlikte yerleşimlerin sosyoekonomik örgütlenmeleri ve nüfus hareketleri hız kazanmış olabilir. Nitekim Van havzası ve çevresi göçebe yaşam biçimine uygun araziye sahip olduğundan[59], havza ve çevresi Erken Demir Çağ yerleşimcileri için uygun alan olarak görülmüştür[60]. Erken Demir-Demir Çağ’ında Van havzası ve çevresi yerleşimcileri aşiret topluluğu şeklinde örgütlenmiş yarı göçebe ve/veya göçebe çobanlığa dayalı yaylacı yaşam biçimine yöneldikleri düşünülmektedir[61]. Van havzası ve çevresinde tespit edilmiş mezar buluntularından ele geçen iskelet kalıntılarında neredeyse hiç savaş veya yoğun iç çatışmayı gösteren travma izlerine rastlanılmamıştır[62]. Örneğin Hakkari[63], Karagündüz[64] ve Çatak[65] gibi Erken Demir Çağ iskeletlerinde şiddetli travma izleri hiç görülmemiştir. Hatta Erken Demir Çağ mezarlarında erkek, kadın ve çocuk iskeletlerine beraber rastlanılmasından hareketle nüfus içindeki dinamiklerin korunduğu dolayısıyla havza ve çevresinde nüfus içi hareketliğini etkileyebilecek ani olaylardan söz etmenin şimdilik mümkün olamayacağı söylenebilir. Nitekim havza ve çevresinde Erken Demir Çağ mezarlarında farklı uygulama teknikleriyle gerçekleştirilmiş trepanasyon (kafa ameliyatı) vakalarına rastlanılmış olunması, bu çağda insan vücuduna tıbbi müdehalelerin yapılmakta olduğunu doğrulamaktadır. Dolayısıyla M.Ö 1200–850 yılları arasında Van Havzası’nda görülen soğuk ve kurak iklimin yukarıda bahsi geçen sosyo ekonomik örgütlenmeye, nüfus hareketliliğine ve tıbbi gelişmelere de avantaj sağlamış olabileceği düşünülmektedir. Elde edilen veriler, çevre koşulları nedeniyle ortaya çıkmış olabileceği düşünülen ve bugünkü aşiret tipi olarak nitelenen toplulukların yaşam biçiminin yani yarı göçebe ve/veya göçebe çobanlığa dayalı örgütlenme biçimi nedeniyle söz konusu toplulukların daha az stresle karşılaşmış olabilecekleri düşünülmektedir.
Materyal ve Metot
Çalışmanın materyalini, Van-Çatak karayolu yapımı sırasında ortaya çıkarılmış ve Erken Demir Çağ’a tarihlendirilmiş bir oda mezarına ait iskeletlerin dişleri oluşturmaktadır. Van Gölü Havzası’ndaki Çatak oda mezarı, Erken Demir Çağı’ndan Urartu krallığı dönemine kadar yaygın olan “dromoslu oda mezar” örneklerindendir. Konumundan dolayı zarar görmeyen oda mezarı, hem Urartu öncesi dönemin mezar mimarisinin örneğini teşkil etmesi nedeniyle hem de in-situ durumdaki ölü armağanları ile bölge açısından önemli bir mezar yapısını oluşturur. Mezar odasından ele geçen arkeolojik buluntular ölü hediyesi şeklinde yaklaşık 80 adet çanak çömlek, 1 adet bronz bilezik, 1 adet bronz yüzük ve üç adet boncuktan oluşmaktadır[66]. İskelet kalıntıların yaş ve cinsiyet tahminleri Yılmaz ve ark. (2014) tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmada 8’i erkek 3’ü kadın bireyden olmak üzere 11 bireye ait toplam 114 daimi diş incelenmiştir. İncelenen dişlerde diş çürüğü düzeltmesinde Lukacs (1995) ile Duyar ve Erdal’ın (2003) geliştirdikleri metotlar uygulanmıştır. Ayrıca panaromik radyografi ve periapikal radyografi çekimleri kullanılarak diş çürüklerin yeri ve çene kemiği iltihabının varlığı gözlenmeye çalışılmıştır.
Bulgular
Çatak iskeletlerinde incelenen 114 daimi dişte %7,01 (düzetilmemiş) sıklığında diş çürüğü rastlanmıştır. Düzeltilmemiş diş çürüğü, saptanan diş çürüğü sayısının toplam diş sayısına oranı şeklinde hesaplanmıştır. İncelenen ön grup dişlerin çoğunluğu ölüm sonrası kayıp olduğundan ön dişlerdeki çürük sıklığı belirlenmemiştir. Arka grup dişlerde ise Lukacs’a (1995) göre %8,47 (düzeltilmiş), Duyar ve Erdal’a (2003) göre ise %5,29 diş çürüğü tespit edilmiştir.
Çeneler kemiklerine dayanarak çürük sıklığı hakkında bir değerlendirilmeye gidilememiştir. Özellikle incelenen bireyler içinde alt çene kemiğinin sadece bir adet olmasından dolayı, çene kemiklerine göre diş çürüğü sıklığı verilmemiştir. Keza iskelet serisi yeteri kadar bireyden oluşmaması nedeniyle, cinsiyetler arasında diş çürüğü sıklığının sunulmasına da olanak sağlamamıştır.
Diş çürüğü lezyonu, görüldüğü yere göre iki ana gruba ayrılır. Bunlar koronal çürükler ve kök yüzey çürükleridir. Koronal çürükler çiğneme yüzeyi çürükleri olan pit ve füssür ile ara yüz çürüğünü kapsar. Kök yüzeyi çürüğü ise sement-diş minesi birleşim çürüğü ve kök çürüğünden oluşur[67]. Çürük oluşumu incelenen dişlerde görüldüğü yer açısından değerlendirildiğinde, ara yüz çürüğü (resim 1–2) ve sement-diş minesi birleşimi (resim 3–4–5) çürüğüne rastlanılmıştır. Çiğneme yüzeyi çürükleri olan pit ve füssür ile kök çürüğüne rastlanılmamıştır. Fakat bu durum incelenen diş sayısının azlığıyla açıklanabileceği gibi yine bazı toplumlarda gözlenen belirli tip diş çürüğü görülme yeri ile ilgili de olabilir. Örneğin İran ve Mezopotamya Bronz ve Demir Çağ toplumlarında ara yüz ve sement-diş minesi birleşim çürüklerinin diğer çürük yerlerine göre daha yaygın olduğu bildirilmiştir[68].
Diş yerlerine göre çürük sıklığına bakıldığında ise, üst çenede yer alan M1 dişinin en fazla çürük sıklığına maruz kaldığı görülmüştür. M1’i sırasıyla sırasıyla P2 ve M2 takip etmiştir. M1’de çürük sıklığına daha sık rastlanılmasının nedeni, ağızda ilk çıkan daimi diş olmasıdır. Ayrıca P2 ve M2 dişlerde görülen diş çürüğleri de söz konusu dişlerin M1’e komşu olmalarıyla ilişkilendirilebilir. Üst çenenin her iki tarafında da yukarıda ifade edilen durum söz konusudur. Ancak alt çene kemiklerine ait verilerin azlığı alt çenede dişlere göre çürük sıklığın dağılımının yapılmasına olanak sağlamamıştır.
Tartışma ve Sonuç
Diş çürüğü, dişin sert dokularının demineralizasyonuna neden olan bir hastalıktır[69]. Tarıma geçiş süreciyle birlikte diş çürüğüne neden olan etkenler içerisinde; bireyin şeker ve karbonhidrat alımı, sosyo-ekonomik durumu, kültürel yapısı, genetiği, tükürük salgısı[70], psikososyal yönleri[71] ve zaman[72] gibi birçok faktörün birlikteliği olarak tanımlanabilir. Son yıllarda diş çürüğü etiyolojisinde; ağız mikroflorasındaki kommensal ve anaerobik bakteriler arasındaki denge dağılımı, fermente edilmiş karbonhidratlı besinlerin tüketim sıklığı, genetik ve genetik olmayan etkenlerin etkisinden bahsedilmektedir[73]. Dolayısıyla diş çürüğün oluşumuna en açık etken olarak beslenme içerisindeki şeker oranı ve ağız sağlığı olarak gösterilmektedir[74]. Bunun yanı sıra diş plağının PH derecesi ve plaktaki mikroorganizmaların (çürük yapıcı bakteriler Streptococcus mutans ve Lactobacillus acidopbilus) yoğunluğu diş çürüğünün nedenleri arasında sayılmaktadır[75]. Ayrıca yetersiz beslenmenin neden olduğu düşük tükürük salgısı ve akışkanlığı da diş çürüğünün gelişimini etkilemektedir[76]. Hatta psikolojik strese bağlı olarak tükürük salgısının yapısının değişmesinin diş çürüğü seviyesini etkilediği sorgulanmaktadır[77]. Çatak iskeletlerinde tespit edilmiş düzetilmemiş diş çürüğü sıklığı %7,01’dir. Düzeltilmiş diş çürüğü sıklığı ise arka grup dişler için Lukacs’a (1995) göre %8,47, Duyar ve Erdal’a (2003) göre ise %5,29’dur. Eski Anadolu toplumlarında görülen diş çürüğü çalışmaları kronolojik açıdan sıralandığında, avcı-toplayıcı toplumlarda %1-%2[78], Neolitik Çağ iskeletlerinde: Hasakeyif %0[79], Körtik Tepe %0 (Akeramik Neolitik)[80], Musular %0,9[81] [82], Hakemi Use %1,84[83] [84], Aşıklı Höyük %2,9[85] [86], Çayönü %3,4[87] [88], Ilıpınar %5,3[89] [90], Çatal Höyük %6,6[91] [92], Bademağacı %11,6[93] [94], Menteşe %18,1[95] [96]. Kalkolitik Çağ iskeletlerinde: Norşuntepe %11,7[97] [98]. Bronz Çağ iskeletlerinde: Ağızören %0[99], Salur Höyük % 2,08 [100] [101], İkiztepe (çocuk) %2,2[102], Küçük Höyük %2,92[103] [104], Resuloğlu %3,74[105] [106], Hayaz Höyük %3,93[107] [108], Panaztepe %3,01[109] [110], Karataş %5,6[111] [112], Bağazkale/Hattusa %18,2[113] [114]. Erken Demir Çağ ve Demir Çağ iskeletlerinde: Altıntepe %2,85[115] [116], Karagündüz %3,21[117] [118], Kalecik %3,6[119] [120], Hakkâri %3,61[121] ve %16,1[122] [123], Dilkaya %10[124] [125], Norşuntepe %11,27[126] [127]. Helenistik Dönem iskeletlerinde: Klazomenai %5,2[128], Klazomenai Akpınar %5,4[129] [130], Antandros %9,76[131] ve %18,54[132] [133], Gümüşlük-Milas %10,42[134] [135], Harekattepe %13,8[136] [137]. Roma Dönemi iskeletlerinde: Kyzikos %7,76[138] [139], Panaztepe %11,1[140] [141], Arslantepe %9,52[142] ve %14,2[143] [144], Datça %16[145] [146]; Geç Roma-Erken Bizans-Bizans Dönemi iskeletlerinde: Symrna Agoras %4,68[147] [148], Iasos %5,3[149] [150], Çiçekdağı %5,66[151] [152], Sardis %8,7[153] [154], Tlos %8,9[155] [156], Büyük Saray-Eski Cezaevi %9,6[157] ve %18,7 [158] [159], İznik %10,88[160] ve %14,94[161] [162], Ortaçağ iskeletlerinde: Karagündüz %6,36[163][164], Minnetpınarı %7,63[165][166], Tepecik %10,9[167][168], Van Kalesi Eski Van Şehri %11,75[169][170], İslam Dönemi iskeletlerinde: Panaztepe %7,3[171], Aşvankale %15,2[172][173[, Yakın Çağ iskeletlerinden: Kızlar Manastırı %16,87[174[[175], Erzurum %13,98[176] ve %23,97[177][178], Kelenderis %27[179] (bebek ve çocuk), %28,42[180] dir[181].
Erdal’a (2009) göre, eski Anadolu toplumlarında diş çürüğü sıklığı ortalama % 10 civarlarındadır. Anak son yıllarda gerçekleştirilmiş çalışmalarda elde edilen veriler, eski Anadolu toplumlarında ortalama diş çürük sıklığını %12 üzerine çıkarmaktadır. Eski Anadolu toplumlarında çürük sıklığının olası nedenleri arasında karbonhidrat tüketiminin yoğunluğu gösterilmektedir[182]. Çatak iskeletlerinde rastlanılan diş çürüğü oranı %7,01’dir. Bölgedeki Erken Demir ve Demir Çağ verileriyle karşılaştırıldığında bu oranın nispeten daha yüksek olduğu, bunun nedenleri olarak da incelenen bireylerde ölüm sonrası ön grup dişlerinin kayıpları, alt çene kemiklerin ele geçmemesi ve yeteri sayıda bireyin bulunmaması olarak açıklanabilir. Ancak yine de saptanılan oran, bölgedeki diğer Demir Çağ verileriyle önemli ölçüde benzerlikler taşımaktadır.
Antropolojik veriler ışığında dünyanın değişik bölgelerinde yaşamış ve farklı ekonomik sistemlere sahip arkeolojik toplumların iskeletleri üzerindeki diş çürüğü sıklığı, avcı-toplayıcı toplumlarda %0-%5,3, karma ekonomiye sahip toplumlarda %0,44- %10,3 ve tarım toplumlarında ise %2,2-%26,9 arasında[183] bir oran göstermektedir. Çatak iskeletlerinin dişlerinde görülen oran, hem karma hem de tarım toplumlarının değerleri arasındadır. Yakar’a (2007) göre, yüzey araştırmaları ve arkeolojik kazılardan elde edilen bulgular ile Asur metinlerinden elde edilen bilgiler doğrulrtusunda, Demir çağında Van ili ve çevresinde yarı göçebe ve göçebe toplukların yaşamış olabileceği düşünülmektedir. Yarı göçebe ve göçebe tipi yaşam biçimine sahip gruplar ağırlıklı havyacılığa ve daha kısıtlı olarak da tarımsal üretime dayalı bir ekonomik modeli uygulamış oldukları günümüz etnoarkeolojik çalışmalarla teyit edilmiştir[184]. Bu tip ekonomik modellere sahip toplumların yerleşik tarım toplumlarına göre daha düşük diş çürüğü sıklığına sahip olduğu bilinmektedir. Nitekim antropolojik çalışmalarında diş çürük oranın avcı-toplayıcı toplumlarda göreceli olarak düşük sıklıkta rastlanılmasına karşın tarıma geçişle birlikte bitki ıslahının ve zengin karbonhidratlı besinlerin tüketilmesi sonucunda bireylerde diş çürüğü oranını artırtığı görülmüştür[185]. Dolayısıyla modern ve arkeolojik toplumlarda diş çürüğünün birincil nedeni rafine edilmiş karbonhidratlı besinlerin tüketilmesi (şekerli ve nişastalı besinler)[186] olarak gösterilmektedir. Örneğin prehistorik Japonya Yayoi Dönemi tarım toplumlarında diş çürüğü sıklığının yüksek iken buna karşın Jomon Dönemi toplayıcı toplumlarda diş çürüğün oranın daha düşük olduğu görülmüştür[187]. Benzer verilere, Orta ve Kuzey Patagonya’daki avcı-toplayıcı toplumlarında[188], kuzey Şili’deki Morro–1 ve El Laucho prehistorik balıkcı, yarı tarımcı ve balıkcılıkla geçinmiş toplumlarında[189] ve güneydoğu Asya pre-Neolitik Dönem iskeletlerinde de[190] rastlanmıştır. Ancak avcı toplayı toplumlarda diş çürüğü sıklığının düşük olduğu görüşüne ters düşen verilerde de bulunmaktadır. Örneğin Güney Afrika Geç Taş Çağı insanlarında[191], Erken Holosen Güney Amerika avcı toplayıcılarında[192], Portekiz’deki Mezolitik Çağ avcı toplayıcılarında[193], Kuzeybatı Meksika’daki erken toplayıcı-tarım toplumlarında [194], Güney Levant Natufiyen topluluğunda (avcı toplayıcı)[195] ve Sibirya Cis-Baykal bölgesinde[196] olduğu gibi birçok avcı-toplayıcı topluluklarda diş çürüğünün sıklığı belirgin ölçüde ortalamanın üstünde olduğu görülmüştür. Dolayısıyla avcı toplayıcı topluluklarda da hastalılığın frekansınında hem artış hem de azalışın nedeni diş çürüğüne neden olan besinlerle insanlar arasındaki doğrudan ilişkisiyle açıklanabilir. Tropikal bölgelerdeki avcı toplayıcı toplulukların çürük yapıcı tropik meyveleri tüketmeleriyle yine savana gibi çevresel koşullara uyum yapmış avcı toplayıcıların yabanıl nişastalı bitki kökleri ve meyveleri tüketmiş olmaları bu toplulukların beslenme biçimlerinin çürükle ilişkisi konusunda fikir vermektedir[197].
Diş çürüğün tarıma geçişle birlikte artığına dair hipotez pek çok araştırmacı tarafından bulgularla desteklenmektedir. Bu doğrultuda neolitik ve sonrası toplumlardaki diş çürüğü sıklığındaki artışı dikkat çekicidir. Özellikle rafine edilmiş şekerli besinler ve işlenmiş karbonhidratlı yiyeceklerin tüketilmesinin diş çürüğünü arttırdığı bilinmektedir[198]. Örneğin Güneydoğu Asya, Çin, Türkiye gibi pek çok ülkedeki Neolitik Çağ iskeletlerinde[199], Güneybatı Asya, Çin, Umman, Bahreyn, İsveç’deki Bronz, Erken Demir Çağ ve Demir Çağ iskelet kalıntılarında[200], Gran Canaria’da Prehispanik Dönem, Arap körfezi protohistorik toplumlarda, Apollonia antik şehir sakilerinde, Peru’da Machu Picchu insanlarında, Suriye Orta Fırat vadisi Geç Roma, İslam ve Modern İslam Dönemi insanlarında[201], Fransa, Avusturya Türkiye, Ürdün ve Kore’deki Ortaçağ toplumlarında[202], İsveç’deki 17. yy’a ait iskeletlerde[203], Güney Afrika 19. Yy[204] ve Litvanya Napolyan ordusuna (1812)[205] ait iskelet serilerinde tespit edilmiş diş çürüğü sıklığının yoğun karbonhidrat tüketiminin bir sonucu olarak ortaya çıktığı belirtilmiştir. Ancak hem Türkiye’de hem de Fransa’daki Ortaçağ toplumlarında benzer çürük sıklığının görülmesi dönemin sosyoekonomik boyutuna bağlanabileceği ifade edilmektedir[206]. Ancak tarıma geçişle birlikte çürük oranındaki artış genel anlamda doğru olarak görülse de bu durumun tersini gösteren verilerde bulunmaktadır. Örneğin Tayland’da pirinç tarımı ile uğraşan prehistorik insanların diş çürüğü sıklığının azaldığını gösteren bulgular da söz konusudur[207]. Benzer bir bulgu Güneydoğu Asya Neolitik-Demir Çağ tarım toplumlarında da görülmüştür. Bu insanların süt dişlerinde görülen çürük oranının daime dişlere göre daha yüksek oranda olduğu gözlenmiştir. Özellikle bebeklerin sütten kesildikten sonra nişastalı ve şekerli besinleri (içerisinde muz ve zengin nişastalı kök bitkilerin) tüketmiş olabilecekleri ve bunun sonucunda süt dişlerde çürük oranının artığı belirlenmiştir. Buna karşın çocukluk dönemiyle birlikte pirinç tüketimine başlanmasının diş çürüğü frekansını düşürdüğü tespit edilmiştir[208]. Yine Alaska Kodiak adasındaki Eskimo toplumların dişlerindeki çürük sıklığının düşük olmasının sebebi olarak özellikle rafine edilmiş şeker ve nişastalı ürünlerin tüketilmemesine bağlanmıştır[209].
Yine benzer veriler, Kore Ortaçağ toplumlarında da kaydedilmiştir. Gerçekleştirilen çalışmalar ile rafine edilmiş şekerli besinlerin düşük sıklıkta tüketilmesinin çürük oluşumunu azalttığını kanıtlamıştır[210]. Dolayısıyla istisna örnekler dışında Neolitik’le birlikte dünyanın hemen hemen her bölgesindeki toplumlarda çürük sıklığının yükselişi, teknolojik gelişmelerle birlikte tarımsal verim ve tarımsal ürünlerin çeşitliliğinin artışı ile açıklanabilir. Ancak dünyanın bazı bölgelerinde çağlar ve/veya dönemler arasında diş çürük sıklığının inişli çıkışlı değerler göstermesi de toplumların herhangi bir sebepten dolayı üretim ekonomilerindeki durağanlıkla açıklanabilir[211]. Bu durumda, tarıma geçişle birlikte çürük sıklığının artığını söylemek yerine insanların çürük yapıcı besinleri tüketmesi sonucunda bir artışın olduğunu söylemenin daha uygun olacağı sonucuna varılabilir.
Çatak iskeletlerinde rastlanılan %7,01 (düzetilmemiş), arka grup dişlerde %5,29 (düzeltilmiş[212]) çürük oranı bu insanların çürük yapıcı besinlerle olan ilişkini gösterebilir. Bölgede tarımsal üretim için yeteri kadar alana sahip olunmaması, hatta günümüzde bile Van Havzasının kırsal ekonomisinin %80’nin hayvancılık, %20’sinin ise tarıma dayalı olması, uzun kış süresi, toprak kalitesi, gölünün ve çevresinin yüksek alkalin, florür gibi kimyasal madde ihtiva etmesi gibi nedenlerin birlikteliği, Çatak iskeletlerinde tespit edilmiş çürük oranını açıklayabilir. Nitekim Demir Çağ’ında da yetersiz tarım arazileri, pastoral (kırsal) yaşam biçimine dayalı büyük çoban grupların doğmasına olanak sağlamış olabilir[213]. Pastoral yaşam biçimi, avcı-toplayıcı toplumların tarım toplumuna geçiş süreci olarak tanımlanabilir[214]. Türkiye’de pastoral yaşam biçimi göçebe ve yarı-göçebe olarak görülmektedir[215]. Pastoral göçebe yaşam tarzı, iki gereklilik üzerine dayanır. Bunlardan ilki evcil hayvanlar (keçi, koyun) ikincisi ise geniş otlaklardır[216]. Van ili ve çevresinde kırsal alanlarda Erken Demir Çağ yerleşimcilerine ait olduğunu gösteren çok sayıda dromoslu[217] ve dromussuz[218] oda mezarlar tespit edilmiştir. Bu mezarların muhtemelen yerel aşiretlere ait olduğu düşünülmektedir[219]. Çatak ve çevresindeki Erken Demir Çağ insan gruplarının da yoğun pastoral (kırsal) ve küçük ölçekli tarım üretimi yaparak geçimini temin ettikleri muhtemeldir. Bu durumda Erken Demir Çağında Van ve çevresinde pastoral göçebe ve/veya yarı göçebe yaşam tarzına uyum sağlamış insan grupların daha çok hayvansal gıdaların tüketilmesine dayalı bir beslenme tarzına sahip oldukları söylenebilir. Bilindiği gibi günümüzde de göçebe ve yarı göçebe toplumlar hayvansal ürünler olarak en çok tükettikleri mamüller süt, süt ürünleri, et ve et ürünleridir. Özellikle süt ve süt ürünlerine dayalı beslenme biçiminin diş çürüğü sıklığını negatif anlamda etkilediği bilinmektedir[220]. Ayrıca lifli ürünler ve çay (yeşil, beyaz ve çeşitli siyah) çeşitleri de diş çürüğünü engellediğ bilinmektedir[221]. Bu anlamda; Çatak ilçesi ve çevresindeki dönem insanların küçük ölçekli tarımsal faaliyetlerle ve yabanıl bitki örtüsü çeşitliliğini içine alan pastoral göçebe ve/veya yarı göçebe yaşam biçimine dayalı beslenme tarzı, Çatak iskeletlerinin dişlerinde rastlanılan %7,01 (düzetilmemiş), arka grup dişlerde ise %5,29 (düzeltilmiş[222]) diş çürüğü sıklığını açıklayabilir.
Karbonhidrat tüketimiyle birlikte çürük sıklığının yaş ile doğru orantılı olarak artığı bilinmektedir[223]. Dünyadaki iskelet serilerine bakıldığında diş çürüğünün yaş ile birlikte artığı görülmüştür. Örneğin İsveç’te 17. yy’a ait iskeletlerin 26–35 yaş aralığındaki bireylerde çürük oranının %69’lara ulaştığı ve lezyondan etkilenen diş grubunun da beklendiği gibi alt azı dişler olduğu görülmüştür[224]. Benzer bir veride, Avusturya erken Ortaçağ Avar popülâsyondan gelmektedir. Genç Avar insanlarında çürük sıklığı %9,4 iken yaşlılarda bu oran %19,5 yükseldiği görülmüştür[225]. Çatak iskelet serisinde ise birey sayısının azlığı, yaş ile çürük sıklığının ilişkisini belirlemeye olanak sağlamamıştır.
Karbonhidrat alım sıklığı ve kalitesinin diş çürüğünün başlangıç ve gelişim hızını etkilediği bilinmektedir. Öyle ki düşük karbonhidrat alınımlarının mine çürüklerine buna karşın karbonhidratça zengin besinlerin tüketilmesi ise dentin ve pulpa çürüklerine neden olduğu saptanmıştır[226]. Çatak iskeletlerinde gözlemlenen dentin ve pulpa çürükleri karbonhidratça zengin besinlerin tüketilmesinin sonucu olduğunu düşündürmektedir. Ancak üzerinde durulması gereken en önemli nokta şudur: hem Çatak gibi tarım arazisi bakımından sınırlı olan bir bölgedeki göçebe ve/veya yarı göçebe yaşam biçimi, karbonhidrat içeren zengin besinlerin ekilip yetiştirilmesine olanak sağlamamktadır. Bu durumda da Çatak iskeletlerinde gözlemlenen dentin ve pulpa çürüklerin olası nedenleri olarak bölgedeki küçük ölçekli tarımsal üretimindeki karbonhidrat yoğunluğu, nişastaca zengin yabanıl bitki kökü tüketimi, yabanıl meyveler ve ileri derece diş aşınmasıyla açıklanabilir.
Her ne kadar diş çürüğü yaş ile doğrusal ilişki göstermiş olsa da cinsiyetler arasında görülme sıklığının kadın bireylere doğru olduğu bilinmektedir[227]. Örneğin yapılmış olan araştırmalar doğrultusunda modern Maya toplumunda diş çürüğün kadın bireylerde daha sık rastlanıldığı görülmüştür. Özellikle kadın bireylerin yemek hazırlama ve pişirme esnasında besin tüketimleri ve hamilelik gibi faktörler nedeniyle erken yaşlarda çürüğe yakalanmalarına erkeklere göre biraz daha eğilimi oldukları bildirilmektedir[228]. Arkeolojik toplumlarda da benzer sonuçlar görülmektedir. Örneğin Yayoi topluluğunda diş çürüğünün kadın bireylerde daha yaygın olduğunu, bu durumun da cinsiyetler arasındaki farkılı besin tüketiminden kaynaklandığı düşünülmektedir. İzotop analizleri Yayoi topluluğunda erkek bireylerin denizel ürünleri, kadın bireylerin ise daha çok bitkisel ürünleri tükettiği saptanmıştır[229]. Çatak iskelet kalıntılarında birey saysının azlığı şimdilik bize cinsiyetler arasında çürük sıklığı açıklayabilecek veri sunmamaktadır. Ancak yapılcak arkeolojik ve antropolojik araştırmalar birlikte iskelet kalıntılarının sayısının artışıyla cinsiyetler arasında diş çürüğü sıklığının değerlendirilmesi mümkün olabileceğini düşündürmektedir.
Diş çürüğünün oluşmasını etkileyen bir diğer faktör ise sakaroz tüketimidir. Örneğin Tayland’da yetişkin ve çocuklar üzerinde yapılan araştırmaya göre, diş plağının yüksek PH<5 değeri ve plaktaki anaoerobik mikroorganizmalara rağmen diş çürüğü oranının düşük seviyede olduğu tespit edilmiş ve bu durumun da doğrudan sakaroz alımıyla ilişkili olduğu bildirilmiştir[230]. Benzer bir bulgu da Porisotto ve ark. (2010) çalışmasında tespit edilmiştir. Söz konusu çalışmada diş çürüğün diş plağındaki mikroorganizmalar ve plak PH derecesinin seviyesiyle ilgili olmadığı, doğrudan şeker içerikli besinlerin tüketilmesiyle ilişkili olduğu bildirilmiştir[231].
Yüksek miktarda şeker tüketiminin diş çürüğünü yükseltmediği, öğün arası tüketilen şekerlemelerin diş çürüğü hızını artırdığı özellikle yemeklerle birlikte alınan şekerin dişleri çürüttüğü ve zarar verdiği bildirilmektedir[232]. Avustralya Melburn’da adolesan yaş grubu üzerinde iki yıl süreyle gerçekleştirilmiş olan çalışmada şeker-nişasta karışımı yiyeceklerin denekler üzerindeki çürük sıklığına etkisi ile ilgili ilginç sonuçlara ulaşılmıştır. Bunlar şeker-nişasta karışımı yiyecekleri altı gruba: yüksek şeker-düşük nişasta (şuruplar, bal, reçeller, yemek üzerine serpilenler, soğuk şekerlemeler, şekerlemeler, şekerli sakız, çikolata, maltlı süt, kuru meyveler ve meyveli finger), orta şeker-orta nişasta (bisküvi, çörek, tatlı çörek, kek, puding, pide, müsli ve diğer kahvaltılık tahıllar), orta şeker-düşük nişasta (meyve suları, şekersiz içecekler, konserve meyveler, konserve pancar, muz, narenciye, yaz meyveleri, krema, mayonez, ketçap dondurma, Asya erik sosu), düşük şeker-düşük nişasta (et, balık, konserve balık, işlenmiş et, yumurta, peynir, süt, hazır yoğurt, fındık, et suyu, hazır çorba, vegemite, sebze, bazı meyveler, düşük enerjili içecekler, bira ve kırmızı şarap), düşük şeker-orta nişasta (pirinç, makarna, erişte, pizza, hamburger, sosisli, mantı, sigara böreği ve mısır) ve düşük şeker-yüksek nişasta (ekmek, kurabiye, kızarmış ekmek, kraker, patates cipsi, mısır cipsi) şeklinde ayrılmıştır. Araştırmacılar, düşük şeker yüksek nişastalı gıda grubunu çürük artışında önemli belirleyici olabileceğini belirtmişlerdir[233]. Yine modern Irak’da günlük şekerli çay tüketiminin çürük sıklığını artırdığı bildirilmektedir[234]. Erken Demir Çağ dönemi Çatak sakinlerinin pastoral göçebe ve/ veya yarı göçebe yaşam tarzına dayalı tüketim modelli göz önüne alındığında, bu insanların şeker (sakaroz) ve nişastalı besin alım miktarnın seviyesini anlayabilirmizin cevapı oldukça zordur. Maalesef günümüzde göçebe, yarı-göçebe topluluların aşılı ve aşısız meyve ve bitki tüketim miktarları hakkında yapılmış etnoarkeolojik çalışmalar bulunmadığından, Erken Demir Çağ Çatak çevresi göçebe, yarı-göçebe topluluların şeker (sakaroz) ve nişastalı besin alım seviyesi hakkında karşılaştırmalı yorum yapma imkânını sunmamaktadır. Ancak iskeletler üzerinde yapılacak iz element analizleri bu sorunun çözümü olabilir. Bu doğrultuda Çatak kemikler üzerinde yapılacak element analizi ileriki çalışmalarda planlanmaktadır.
Ayrıca diş çürüğünün bazı vitaminlerle ilişkili olduğunu gösteren çalışmalar bulunmaktadır. Hujoel (2013) klinik çalışmasında, yaşamın erken dönemlerinde D vitamini alımının çürüğü engelleyebileceğini tespit etmiştir. Örneğin Amerika’da D vitamini alımının yükselmesi ile diş çürüğü oranında bir düşüşü beraberinde getirdiğini gösteren çalışmalar bulunmaktadır[235]. Bu durumda, Çatak iskeletleri üzerinde gerçekleştirilmiş olan paleopatolojik analizlerinde tespit edilmiş olan cribra orbitalia ve porotic hyporostosis gibi rahatsızlıklar[236], iskeletlerin dişlerindeki çürük sıklığını etkilemiş olabileceği ihtimalinin de göz önünde tutma gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır. Çalışmada elde edilen verilerini genelleyecek olursak; diş çürüğünün tarihsel seyir içinde günümüze kadar devam eden en yaygın hastalık olduğu söylenebilir. Diş çürüğü yaygınlığı bizlere kişilerin olduğu kadar toplumların beslenme alışkanlıklarını saptanmasına önemli bilgiler sunmaktadır. Ayrıca diş çürüklerinin yetersiz çiğneme sorunlarına, yerel ve genel hastalıklara neden olduğu da göz önünde tutulmalıdır. Pek çok çalışma; uygarlığın ilerlemesiyle diş çürüğünün görülme sıklığı arasında sıkı bir ilişki olduğunu yani bir anlamda toplumlarda refah seviyesindeki artış ile diş çürüğü arasında doğrudan bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu çerçevede, Erken Demir Çağ Çatak iskletlerinin dişlerinde rastlanılan çürük sıklığının pastoral göçebe ve/veya yarı göçebe yaşam biçimine dayalı beslenme tarzının bir sonucu olduğu söylenebilir. Ayrıca Eski Anadolu toplumlar üzerinde diş çürüğü sıklığını irdeleme aşamasında toplumların üretim ve tüketim ilişkilerini de göz önünde tutmak gerekmektedir. Dolayısıyla toplumların üretim ve tüketim ilişkileri diş çürüğü sıklığını etkilediği oldukça açıktır. Nitekim farklı yaşam biçimlerine dayalı beslenme alışkanlıkları diş çürüğün başlangıcı, gelişimi, yeri ve şeklini de etkilediği söylenebilir. Hala günümüz toplumlarında şeker içerikli işlenmiş besinlerin tüketiminin diş çürüğünü artırdığı genel olarak ifade edilse de çürüğün sadece işlenmiş ürünlerin tüketilmesi ile açıklanabilecek bir olgu olmadığı, erken çocukluk döneminde ağızda çürük yapan bakterilerin türü, bağışıklık sistemi, yeni besin üretim biçimleri, çürük yapıcı besinler ve ağız sağlığının da çürükle ilişkili olduğu bilinmektedir.